Sosyal Medya

Kürsü

Batı Doğu’nun Neresine Düşer; Batı’nın Kendi Doğu’su İle Savaşı - Analiz

Doğu-Batı Tartışmalarının Oryantasyonu Üzerine Bir Yaklaşım



ARÄ°F ARCAN / ANALÄ°Z

 

‘Åžarkiyatçılık'taki düşüncem, mücadele alanları açmak için hümanist eleÅŸtiriye baÅŸvurmak; bizi, hırçın bir kolektif kimliÄŸi hedefleyen yaftalara, düşmanca tartışmalara hapseden kısa vadeli, polemiÄŸe dayalı, düşünceyi ketleyici öfke patlamalarının yerine uzun soluklu bir düşünme ve çözümleme süreci getirmek. Yapmaya çalıştığım ÅŸey için "hümanizm" sözcüğünü kullandım; bilgiç postmodern eleÅŸtirmenler hor görüp bir kenara atsalar da benim kullanmayı inatla sürdürdüğüm bir sözcük bu. "Hümanizm" derken, Blake'in deyiÅŸiyle "zihnin tavında dövülmüş kelepçelerden kurtulup aklımızı tarihsel ve rasyonel olarak kullanarak gerçek bir düşünsel kavrayışa ve sahici bir açılıma ulaÅŸma gayretini kastediyorum öncelikle. Ayrıca, hümanizmin dayanağı, baÅŸka yorumcularla, baÅŸka toplumlar ve dönemlerle toplumsal bir ortaklığımız olduÄŸu düşüncesidir; Yani, en açık deyiÅŸle söylenecek olursa, tek başına hümanist diye bir ÅŸey yoktur. Bu, her bölgenin diÄŸer tüm bölgelerle baÄŸlantılı olduÄŸunu, dünyamızda hiçbir ÅŸeyin dış etkilerden tamamen bağımsız, yalıtılmış olmadığını söylemektir…

 

Zihni, insanın somut tarihinden ve deneyimlerinden uzaklaÅŸtırıp ideolojik kurmaca, metafizik saflaÅŸma ve kolektif hezeyan alanları içine hapseden indirgeyici formüllerin ve dünyadan kopuk ama etkili düşüncelerin ne kadar sorunlu olduÄŸunu sergilemenin ve/veya silahlarını yok etmenin bize düşen bir ödev olduÄŸunu düşünüyorum elbette. Bu söylediÄŸim, adaletsizlik ve acılardan söz edemeyeceÄŸimiz anlamına gelmiyor; bunlardan mutlaka tarihe, kültüre toplumsal-iktisadi gerçekliÄŸe gömülmüş bir baÄŸlam çerçevesinde söz etmemiz gerektiÄŸi anlamına geliyor. Görevimiz, egemen otoriteye göre belirmiÅŸ sınırlar koymak deÄŸil, tartışma alanını geniÅŸletmektir.’ 1

 

Böyle diyor Edward Said ‘Åžarkiyatçılık’ eserinin önsözünde, olguya nasıl bakmamız gerektiÄŸinin önemli ipuçlarını bir araya getirerek. Batı dediÄŸimiz mefhum, zihinlerimizde; tam da Said’in belirttiÄŸi gibi Batı Åžarkiyatçılığının baskın karakteristiÄŸi olan muhayyel bir varlık oluÅŸturma giriÅŸimleri baÄŸlamında geliÅŸti. ‘Hayali DoÄŸunun’ karşısında ‘Hayali bir Batı’.

 

DoÄŸu dünyasında Batı’yı anlama ve kavrama çabaları iki ana aks üzerinde yürüdü: Birincisi; Batının bütün müktesebatını kabul ederek onunla bütünleÅŸmek ve DoÄŸulu olmayı reddetmek, ikincisi; en baÅŸta ontolojik farklılıkları temel olarak Batıyı bütünüyle reddetmek. Fakat bu iki ana aksın kalkış noktaları, ‘Batı Merkezci’ olmaları hasebiyle tektir. Tarihsel baÄŸlamında daha doÄŸru bir ifade ile DoÄŸu dünyasına tasallut eden Batı’nın doÄŸum yeri olması baÄŸlamında Batı MerkezciliÄŸi, ‘Avrupa merkezciliÄŸidir.’ DoÄŸu dünyasında Batıyı anlama ve kavrama giriÅŸimleri, Batının sömürgecilik faaliyetleri ile paraleldir. Bu paralellik, iki ana zihinsel yanılsamayı beraberinde getirmiÅŸtir. Birincisi; tek bir Batı vardır. Ä°kincisi; zorunlu olarak temas edilen bu tek bir Batının geçmiÅŸi, bugününden geriye doÄŸru üretilmiÅŸ, iÅŸaretlenmiÅŸ daha doÄŸrusu bugünü ile dünü eÅŸitlenerek kurgulanmış bir tarihselliÄŸe sahiptir. Hâlbuki mevcut Batı, adına modernizm dediÄŸimiz kendi geçmiÅŸinden radikal bir kopuÅŸun ürünüydü ve özellikle ‘Avrupalılık’ bizatihi Avrupalıların keÅŸfettikleri yeni bir durumdu. Bu keÅŸif, inÅŸa edilmiÅŸ bir ‘Amerikalılık’ ile devam ederek Batının kadim olandan kopuÅŸunu derinleÅŸtirecektir.  

 

‘Avrupamerkezcilik, Avrupa’nın kapitalist yayılmacılık yoluyla dünya üzerinde kurduÄŸu hegemonyadan ayrı düşünülemez. Rönesans’tan itibaren Avrupa’nın teknik ve bilimsel alanlarda kazandığı görece üstünlük, Avrupa ile diÄŸer toplumlar arasında asimetrik bir güç iliÅŸkisinin zeminini oluÅŸturmuÅŸ ve Avrupa’nın diÄŸer toplumlardan üstün olduÄŸu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuÅŸtur. Bu üstünlük fikri de Avrupa’nın hegemonyacılığını motive eden unsur olmuÅŸtur. Samir Amin’e göre Avrupalılar Rönesans döneminden hemen sonra da bu günkü tarzda Avrupamerkezcilik bilincine sahip deÄŸildi. Çünkü o dönemde henüz ne yaptıklarının yani kapitalizmi bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak kurduklarının farkında deÄŸildiler. O dönemde sahip olunan üstünlük bilinci “Avrupalılık”, yeniden keÅŸfetmeye baÅŸladıkları Yunan kültürüne atfettikleri kutsallıktan ya da kaydettikleri geliÅŸmelerden kaynaklanmaktaydı.’2

 

Yenilgiyi mutlaklaÅŸtırmış olan zihnimiz, galip Avrupa’yı (Batı) kendimizden ayrık ‘yeni bir dünya’ olarak görme eÄŸilimindedir. Avrupa, Asya ve Afrika gibi kadim dünyanın önemli bir parçasıdır. Asya’yı Avrupa’dan Asya ve Avrupa’yı da Afrika’dan ayırmak mümkün deÄŸildir.

 

Büyük Ä°skender’in ‘Cihan Ä°mparatorluÄŸu’, Yunan/Helen Medeniyetini merkeze alan bir ‘emperyal vizyon’ olmasının çok ötesinde, iÅŸgal etmiÅŸ olduÄŸu coÄŸrafyalara ve bu coÄŸrafyalardan da Makedonya’ya yani Avrupa’ya taşımış oldukları ile de oldukça önemlidir. Büyük Ä°skender’in iÅŸgal etmiÅŸ olduÄŸu Asya coÄŸrafyalarında kendisinin ve askerlerinin yerel unsurlarla yapmış oldukları evliliklere akrabalık bağı açısından da bakmak önemlidir. Zira bu durum Avrupa’nın nesepsel bir iddiası olan ‘Aristokratik Ayrıklık ve Safiyet’ teorisine gölge düşürmektedir. BaÅŸta Mısır ve Anadolu olmak üzere kadim dünyanın önemli ÅŸehirlerinin Ä°skenderiye ismi ile anılması, kadim dünyayı oluÅŸturan unsurların akışkanlığına verilecek diÄŸer önemli bir örnektir.   

 

Meryem OÄŸlu Ä°sa’nın (Selam üzerine Olsun) nübüvveti ile birlikte kadim dünyanın çakışma merkezi olan Filistin topraklarında tecelli eden Vahyin Avrupa içlerine taşınması, Roma Ä°mparatorluÄŸunu yıkan barbar kavimlerini medenileÅŸtirmiÅŸ Avrupa’nın asli unsurları haline getirmiÅŸtir. Kilise Babaları olarak adlandıran züht ve takva ile meÅŸgul ÅŸahısların mirasçıları Hristiyan din adamları, Roma Ä°mparatorluÄŸunun çöküşü ve barbar akınları ile altüst olmuÅŸ olan sosyal hayatı yeniden inÅŸa etmiÅŸler, yerleÅŸik hayatı yeniden mümkün kılmışlardır. Barbar kavimlerin taşımış oldukları ötekileÅŸtirici asabiyet duygusu ve kan bağına dayalı kardeÅŸlik olgusu, kan bağı esasına dayanmayan birleÅŸtirici bir din kardeÅŸliÄŸi ülküsüne dönüşmüştür. YerleÅŸik hayatın önemli bir unsuru olan ‘birlikte yaÅŸama pratiÄŸi’, vahiy kaynaklı bir ahlakın eseri olarak bugünkü Avrupa’nın ÅŸekillenmesini saÄŸlamıştır.       

 

Avrupa’nın Asya ve Afrika’dan yani kadim dünyadan kopuÅŸu; Avrupa’nın ‘Amerika’nın KeÅŸfi’ nezdinde ‘Yeni Dünyaları’ keÅŸfi ile birlikte oluÅŸmuÅŸtur. Bilinen bir dünyadan bilinmeyen bir dünyaya ayak basan Avrupalı, yenidünyanın efendiliÄŸi ile birlikte güç ve kudret algısında önemli deÄŸiÅŸimler yaÅŸamıştır. Sahip olduÄŸu bu yeni efendilik algısını mensubu olduÄŸu kadim dünyaya karşı kullanmakta gecikmemiÅŸtir.

 

Avrupa’nın kadim dünyadan kopuÅŸu, dini alanda da kendisini gösterecektir. Hristiyanlığın Katolik Kilise anlayışı ile LatinleÅŸmesi ve Ortodoks Dünya ile rekabete giriÅŸmesi Avrupa’nın kadim dünya ile kopuÅŸunu baÅŸlatmıştı. Teolojik bir ayrılıktan ziyade baÅŸta ekonomik faaliyetler olmak üzere siyasal ve sosyal deÄŸiÅŸimlerin oluÅŸturduÄŸu ‘Protestanlık’ bu kopuÅŸu hızlandıracak, Avrupa’nın kadim dünya ile olan baÄŸlarını dini plandan hareketle toplumsal birikimleri ve kadim hafızayı tahrip edecektir. Protestanlık, yeni insan tipolojisinin taşımış olduÄŸu sekülerliÄŸin teolojik inÅŸasıdır. Katolik Hristiyanlığı ‘Ä°srailiyyat hurafeleri’ olarak gören Martin Luther, imanı kiliseden alıp insan kalbine yerleÅŸtirmek isterken hiçbir geçmiÅŸi olmayan daha doÄŸru bir ifade ile hiçbir geçmiÅŸi kabul etmeyen yıkıcı bir yeniye hizmet etmiÅŸ olduÄŸunun farkında mıydı?  

 

Protestanlık ve Püriten ahlak yenidünyalarda kendisini ifade edecek, farklı olanı yok ederek kendisine bir yaÅŸam alanı açacaktır. Bu yaÅŸam alanı giderek evrensel bir hegemonya talebine dönüşecek, bütün bir tarihsel süreç atlanılarak kadim geçmiÅŸ olarak ‘Roma Ãœlküsü’ yükseltilecektir. Roma’nın kuruluÅŸ mitolojisindeki diÅŸi bir kurttan süt emerek hayatta kalmayı baÅŸarabilen olaÄŸanüstü kardeÅŸlerin kurduÄŸu Roma, Püriten faÅŸizm için kutsaldır. Zira Roma Ãœlküsü, hiçbir geçmiÅŸi kabul etmeyen Protestan Püritenizmin ‘nesepsizliÄŸi’ için biçilmiÅŸ bir kaftan gibidir.

 

‘Modernite, bu boyutuyla gerçeÄŸin ve deÄŸerin saptanmasında dinselin öncülüğünü, dinsel ve metafizik düşünceye sırtını bütünüyle dönmese bile, reddetmektedir. Bu anlamda modernitenin felsefi söylemi dinden, tarihsel edeni (historical ageney) ve iradeyi logosantrik özneye (logocentric subject) yükleyerek uzaklaÅŸmaktadır. Böylelikle öznenin gerçeÄŸi logosun önceliÄŸine ve gene özneyi bize tanımlayan biliÅŸsel boyuta, öznenin özerkliÄŸine baÄŸlı olarak anlaşılmaktadır. Bu süreç, Venn'e göre özünde Batı 'nın BatılılaÅŸması anlamına gelmektedir. Venn'in tanımıyla Oksidentalizm olan bu süreç, 'ÅŸimdinin soybilimini' iÅŸaret etmekte, bu ÅŸimdi de modernitenin özgül izleÄŸini oluÅŸturmaktadır. Ä°zleÄŸin oluÅŸumundaki asıl edenler kolonyalizm ve kapitalizmdir.’3

 

‘DoÄŸu-Batı karşıtlığı hangi çaÄŸdan baÅŸlatılmak istenirse istensin, bu karşıtlığın iki kutbu aynı yaÅŸta deÄŸildir ve biz Batılılar bunların araÅŸtırılmasında, iÅŸe kaynaklara inerek, Batı Asya'daki ve Mısır'daki ilk büyük uygarlıklardan baÅŸlamak zorundayız.’4 Diyor Thierry Hentsch ve devam ediyor:  

 

‘Homeros'tan önce (MÖ 8. yüzyıl), hatta klasik Atina dönemine kadar (MÖ 5. yüzyıl), modern Batı belli baÅŸlı kültürel dayanak noktalarını zorunlu olarak. Dicle'den Nil'e kadar uzanan bereketli hilalden almıştır… Aristoteles'e göre, Yunanistan ne daha çok Avrupalı'dır, ne de Asyalı. O, iki dünyanın kenetlendiÄŸi yerde olabilecek en mükemmel sentezi gerçekleÅŸtirmektedir. Bu sentezin sonucu olan üstünlük. kendini göstermek için artık sadece Yunanlıların tek bir otorite altında toplanmasını beklemektedir. Philippos ve Aristoteles'in öğrencisi olan Ä°skender'le beraber, bu birleÅŸtirici ve fetihçi güç kendini kabul ettirecektir; ne var ki, o zamana kadar Yunan sitelerinde politik örgütlenmenin en baÅŸta gelen özelliÄŸi olan bağımsızlık ve özgürlük ilkelerinin tersine, iki hükümdarın yönetim biçimi de monarÅŸik olacaktır. Ä°skender'in Küçük Asya'da kazandığı ilk zaferler, I. Dareios ve Kserkses'in saldırılarına karşı "bir panhelen intikamı" olarak görülmek istense de, sonuç olarak Ä°skender'in Pers krallarının sistemlerini ve hırslarını benimsediÄŸini de kabul etmek gerekir. Bununla birlikte, Grousset, onun sayesinde "Avrupa sınırlarının bir çırpıda bütün bir Ön Asya'yı yutarak, hızla Semerkant'ın ve Lahorun ötelerine, ta Orta Asya kapılarına taşındığını" belirtir. Ama Büyük Ä°skender ve ondan sonra gelenlerin "Yunan ruhuna aykırı davrandıklarını" da vurgulamadan geçemez: Bu hükümdarların hegemonyası, "DoÄŸu ruhunun Helen dünyasına sızması gibi hiç beklenmedik bir sonuca da yol açmıştır. Büyük Ä°skender Avrupa’yı çok uzaklara sürüklemiÅŸ ve onu Asya kütlesinin içinde eritmiÅŸtir.’5

 

Modern Batı uzak geçmiÅŸini Antik Yunan’da aramıştır. Avrupa fikrinin ‘altın çaÄŸ’ olarak kabullendiÄŸi Antik Yunan’ın menÅŸei hakkında henüz uzlaşılamamış olması daha doÄŸrusu Antik Yunan’ın ‘hep orada olan’ bir medeniyet pınarı olarak görülmek istenmesi; gökten zembil ile inmiÅŸ bir saflığa iÅŸaret eden bir anlayışın ürünüdür ve tarihinden kopmak isteyen ‘yeni insan tipolojisi’ için bu durum oldukça iÅŸlevseldir. Hâlbuki Antik Yunan, kendisini Antik Yunan’ın varisi ilan eden Avrupa’yı oluÅŸturan halkları barbar olarak tanıtmıştır. Bu barbarların önemlilerinden birisi Cermen AÅŸiretleridir. Batı sınırları boyunca Roma Ä°mparatorluÄŸunu tehdit eden Cermen AÅŸiretleri nihayetinde Roma Ä°mparatorluÄŸunu yıktıklarında bu yıkıntılar üzerinde yeni bir birlik kuramayacak kadar yönetsel cehalet içerisindeydiler. Bu yönetsel cehalet, Roma KatolikliÄŸinin seçkinci ruhbanının vaftizci eli ile aşılacaktı.   

 

‘Batı Roma’nın yıkılışı, Akdeniz çevresindeki büyük düzenin, Roma Barışı’nın da yıkılışı anlamına geliyordu. Artık “Yeni Avrupa”yı ÅŸekillendirecek iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıyadır: Roma Ä°mparatorluÄŸu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Cermen krallıkları ve Roma’nın yıkıntıları arasında merkezi bir güç olarak tek başına öne çıkan Roma Kilisesi. Her ne kadar bu aktörlerin dışında, üçüncü bir aktör olarak DoÄŸu Roma Ä°mparatorluÄŸu da Orta ÇaÄŸ Avrupası’nın inÅŸasında belirli ve önemli bir rol üstleneceklerse de bu etki baÅŸlangıçta daha doÄŸrudan olmasına karşın, giderek daha dolaylı bir hal alacaktır. Roma Ä°mparatorluÄŸunu yıkma baÅŸarısı gösterseler de, Cermen Krallıklarının siyasal ömrü, biri dışında, çok sürmedi… Cermen krallıkları her ne kadar Roma Hukuku’na uyum gösterememiÅŸlerse de, Roma’nın önemli bir mirasına, özel mülkiyet anlayışına kendilerince kolayca uyum göstermeyi baÅŸarmışlardır. Ancak burada da topluluk üyelerini sadakat ilkesiyle kendi çevresinde toplamayı baÅŸaran savaşçı ÅŸefler, savaÅŸ sonucu elde edilen her tür ganimeti, toprak, çeÅŸitli mallar ve nihayet köleleri, kendi ölümleri halinde oÄŸullarına geçecek kiÅŸisel bir mülk gözüyle görüyorlardı. Bu anlayış, ister istemez, savaşçı kabile ÅŸefinin, sahibi olduÄŸu tüm mülkün korunup kollanması için, bu mülkü kendisine kiÅŸisel sadakatle baÄŸlı yoldaÅŸlarının ya da savaÅŸ beylerinin denetimi ve kullanımına vermesini beraberinde getiriyordu ki bu eÄŸilim, feodalitenin toplumsal ve ekonomik olarak inÅŸasında önemli bir rol üstlenecektir.6

 

Fakat feodalite bir birliÄŸe iÅŸaret etmekten çok ayrılığın altını çiziyordu. Merkezi bir yönetim anlayışı üzerine kurulu Roma siyasal birliÄŸi aynı zamanda zenginlik ve refah ana fikrine sahipti. Adına OrtaçaÄŸ denilen  dönemde Avrupa’da zenginlik ve refah yerini geçimlik kırsal ekonomiye bırakmıştır. Kilise bu ekonomi politiÄŸe uygun bir ahlak oluÅŸturarak sosyal hayatın devamını saÄŸlamıştır. ‘Sekizinci yüzyıl boyunca ticaretin durması, tacirlerin ortadan kalkışını doÄŸurdu ve onlarca ayakta tutulan kent hayatı da aynı zamanda yok oldu. Roma kentleri, piskoposlukların yaÅŸadığı ve kalabalık ruhban heyetlerinin toplandığı yerler olmaları nedeniyle elbette varlıklarını sürdürdüler ama hem ekonomik önemlerini hem de beledî yönetimlerini yitirdiler. Genel bir fakirleÅŸme apaçıktı. Altın sikke ortadan kalkarak, Karolenjlerin onun yerine ikame etmek zorunda kaldıkları gümüş sikkeye yerini bıraktı. Eski Roma altını Solidus’un yerine kurdukları yeni para sistemi, antik ekonomiden ya da Akdeniz ekonomisinden kopuÅŸlarının açık bir delilidir… Sahip olduÄŸumuz verilere göre, oldukça açıktır ki, sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupa, tamamen tarımsal bir duruma geri döndü. Toprak, tek yaÅŸama kaynağı ve zenginliÄŸin biricik koÅŸulu oldu.’7 ‘… Kilise’nin dünya görüşü, toprağın, toplumsal düzeninin biricik temeli olduÄŸu bir çağın ekonomik koÅŸullarıyla hayranlık veren bir uyum içindeydi. Toprak, Tanrı tarafından insanlara, burada, aÅŸağıda, ebedi kurtuluÅŸlarını saÄŸlamak üzere yaÅŸayabilmeleri için verilmiÅŸti. Çalışmanın amacı zengin olmak deÄŸil, fakat fani hayat ebedi hayata dönüşe kadar insanların doÄŸdukları zamanki durumlarını koruyabilmelerini saÄŸlamaktı. KeÅŸiÅŸlerin dünyadan el etek çekmiÅŸ hayatları, üzerinde bütün toplumun dikkatlerini toplaması gereken bir idealdi. Zenginlik peÅŸinde koÅŸmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenliydi ve Tanrı tarafından takdir edilmiÅŸti… O yüzyıllarda, her devletin kendisine yeterli ve normal olarak kendi dünyasından ibaret olduÄŸu bir zamanda, murabahanın, ticaretin ve kâr saikiyle hareket etmenin lanetlenmesinden daha doÄŸal ne olabilirdi?’8

 

‘Batı’daki Roma Ä°mparatorluÄŸu, limes (sınırlar) olarak bilinen ve göçebe akınlarına karşı bir bariyer oluÅŸturan askeri savunma hatlarını üçüncü yüzyıldan itibaren akınlarla geçen, çoÄŸunlukla Germen kökenli halkların istilalarına ve yerleÅŸmelerine dayanamadı. Ä°mparatorluk ayrıca kitlesel yoksulluÄŸu arttıran o zamana kadarki geniÅŸ mali ekonomisinin parçalanmasını ve kentsel çöküşün etkilerini, kadim uygarlığın çöküşüne ve Hristiyanlığın yayılmasına hizmet eden kültürel ve ahlaki deÄŸerler, genel krizi atlatmayı baÅŸaramamıştı. Onun yerine iki yeni güç ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilki, gücünü iki düzeyde hissettiren Kilise’ninkiydi. Her ne kadar kentler boyut olarak küçülüyor olsalar da, Kilise yerel düzeyde, dinsel iÅŸlevleri ekonomik, toplumsal ve siyasi iÅŸlevlerle birleÅŸtiren kentli liderler- yani, piskoposlar- aracılığıyla, hala bir kentler ağına bel baÄŸlayabiliyordu. Daha bütünsel bir düzeyde, Kilise, beÅŸinci yüzyılın sonlarından sonra varlığını son bulan eski Roma Ä°mparatorluÄŸuna ait bütün alanı iÅŸgal etmeye çabalıyordu ve Roma piskoposu imparatorluÄŸa ait mirası artık kendisi için elde etmeye uÄŸraşıyordu.’9                

 

Batı Roma Ä°mparatorluÄŸunun kalıntıları üzerinde birlik fikrinden yoksun feodal bir mantık dâhilinde ayakta kalmaya çalışan Avrupa için ‘DoÄŸu’ Bizans’ın bizatihi kendisiydi. Bizans (DoÄŸu Roma Ä°mparatorluÄŸu) nezdindeki ekümenik (EÅŸit Ortodoks Kiliseler arasında onursal öncelik ve Kiliseler BirliÄŸi) Ortodoks Kilisesi ile Katolik (evrensel ve hiyerarÅŸik olarak en tepedeki yasal Kilise) Roma Kilisesinin arasındaki ayrılık teolojik bir ayrılıktan daha çok siyasal bir ayrılıktır. Bizans Ortodoks Kilisesinin başı imparatordur ve imparatorun vazettiÄŸi aristokrasisi, imparatorun nezdinde temsil edilen merkezi siyasal aygıtın taÅŸra teÅŸkilatlarındaki görevlileridir. Bizans köylüsü serf deÄŸil özgür köylülerdir.

 

Roma Katolik Kilisesi, bir iktidar yumağı oluÅŸturan ve bağımsız siyasal birimler olan tüm aristokrasinin üstündedir. Avrupa Ortaçağının ana temasını oluÅŸturan feodalizm, bağımsız siyasal aristokrasinin aralarında çatışmadan, Kilise liderliÄŸinde dengelenmesi olarak billurlaÅŸmıştır. Roma Katolik Kilisesinin vazetmiÅŸ ve korumaya çalışmış olduÄŸu siyasal aygıt, kan bağı ile miras olarak devredilen özel mülklere sahip ekonomik ve siyasal birimlerdir. Bir ekonomik birim oluÅŸturan bu özel mülk olan topraklarda çalışan bağımlı köylüler serf yani köle ya da yarı köle idi. Bizans (Rum) Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesinin arasındaki ayrılık ve çatışma teolojik tartışmaları aÅŸan ve ekonomi politiÄŸin yol açtığı siyasal bir ayrılıktır. ‘IV. Yüzyılda doÄŸu ve batı kiliseleri arasındaki farklılaÅŸmanın bir baÅŸka nedeni de, dönemin siyasal ÅŸartlarıydı. Konstantinus’un baÅŸkenti Konstantinopolis’e taşıması ve sınırlarda devriye gezmekle meÅŸgul imparatorların IV. Yüzyıl içerisinde genellikle Roma’dan uzak kalmaları, hem Roma kilisesini gittikçe devletten bağımsızlaÅŸtırdı, hem de devlet ile kilise yetkilileri arasında baÄŸları gevÅŸetti. Buna mukabil, doÄŸuda devlet ile kilise yetkililerinin konsillerde sürekli bir arada çalışmaları, cemaatlerinin ve aynı zamanda Roma dünyasının orta sınıfının temsilcileri olan piskoposları devlete iyice yaklaÅŸtırdı. Bu durum, her ÅŸeyin bürokrasinin kontrolünde geliÅŸtiÄŸi, Helenistik doÄŸu geleneÄŸinin devamından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Latin batı dünyasında kilisenin devlet ile fazla iç içe olmaması, sadece daha bağımsız bir statü kazanmasını saÄŸlamadı, bunun yanı sıra kilisenin bu statüsü bir yandan da devlet-kilise ve nihayetinde de devlet-toplum arasındaki baÄŸların çözülmesine yol açtı… Roma Ä°mparatorluÄŸunun üst sınıflarının oluÅŸturduÄŸu Senato’nun (Senatus) çoÄŸunlukla Ä°talya, Gallia (bugün Fransa), Ä°spanya ve Afrika gibi Latin kültürün egemen olduÄŸu bölgelerden gelenlerce doldurulmuÅŸtu ve görece olarak, bu kurumda Yunan dünyasından çok daha az temsilci bulunmaktaydı. Bu olgu Hristiyanlığın IV. Yüzyılda örgütleniÅŸinde de etkili olmuÅŸtur. Batıda kilisenin egemenliÄŸinin kaçınılmaz olduÄŸunu anlayan bu üst sınıflar, bu yeni durumu kendi lehlerine çevirmede ve kendilerini adapte etmede oldukça esnek davranarak, kiliselerin temsilcileri ve manastır teÅŸkilatının kurucuları olarak Hristiyan örgütlenmesini kolayca manipüle ettiler. Hâlbuki DoÄŸu’da önemli teolojik tartışmaları baÅŸlatanlar, kilise liderleri ve manastır teÅŸkilatlarının kurucuları daha çok alt ve orta sınıflardan gelmekteydiler.’10

 

‘Hristiyanlık, dördüncü yüzyılda Roma Ä°mparatorluÄŸu’nun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra OrtaçaÄŸ Batısı’nın yeni ve büyük bir dinsel ve ideolojik hareketi haline gelmiÅŸti. Ancak aynı zamanda kendi içinde de bölünmeye baÅŸlamıştı. Siyasi çizgiler boyunca zamanla güçlenen köklü bir geçmiÅŸe sahip kültürel sınırın her iki tarafında giderek birbirinden ayrılıp, boylu boyunca Ä°skandinavya’dan Hırvatistan’a ulaÅŸan topraklarda bir çatlak oluÅŸturarak, Batı’da bir Latin Kilisesi, DoÄŸu’da ise Yunan Kilisesi geliÅŸti. Böylece Baltlar, Lehler, Çekler, Slovaklar, Macarlar ve Slovenler bu çizginin Batı tarafında yer alırken, baÅŸka birçok halkın yanı sıra Ruslar ve Yunanlılar diÄŸer tarafta kalmıştı. Bu bölünme, Yunan Kilisesi’ni Roma PiskoposluÄŸu’ndan kalıcı olarak ayıran, bir yandan Batı Hristiyanlık dünyası ile diÄŸer yandan Bizans Ortodoks dünyası ve DoÄŸu Slav ülkeleri arasında nihai denebilecek bir ayrım oluÅŸturan 1054 tarihli Büyük DoÄŸu KopuÅŸu (Åžizma) ile kabul edilmiÅŸ ve onaylanmış oldu. Bizans dünyası önceleri bu iki dünyanın daha varlıklı olanıydı; antik kültürün mirasını en iyi ÅŸekilde korumuÅŸtu, ancak zamanla 1453’te yıkılana dek, hem Batılıların (özellikle Ä°talyanların) ekonomik sömürüsünden hem de Türkler’in bölgesel istilalarının pençesine düştüğü için zayıfladı. Batı ise, vahÅŸileÅŸmiÅŸ bölünmüş bir dünya olmuÅŸtu; baÅŸlangıçta sahip olduÄŸu zayıf bütünlüğünü, bir süreliÄŸine göstermelik iki figürle, yani papa ve imparatorla ancak yetersiz bir ÅŸekilde sembolleÅŸtirildi, ama sonraları Latin Hristiyanlık dünyası, yayılma ve giderek artan fetih kariyerinin baÅŸlamasına yol açan sıra dışı ekonomik, siyasi ve kültürel yayılımını yaÅŸadı.’11

 

Latin Hristiyanlık dünyası yenidünyaların keÅŸfi ve sömürgecilik faaliyetleri neticesinde oluÅŸan birikimle bu siyasi ve kültürel yayılımını yaÅŸayarak nihayetine bir zamanlar ait olduÄŸu kadim dünyaya saldırmıştır. DoÄŸu-Batı çatışması kadim bir çatışma deÄŸildir. DoÄŸu-Batı çatışması, Avrupa’nın kapitalist ve sömürgeci politiÄŸinin doÄŸurduÄŸu bir durumdur ve uzak geçmiÅŸ tarihi kurgulanmış bir tarihtir. Modernizm ile birlikte icad edilen ‘Medeniyet’ kavramsallaÅŸtırması ile belirli bir düşünsel derinlik kazanmıştır. Protestanlık, Batı’nın kadim tarihinden kopuÅŸunu meÅŸrulaÅŸtırarak hızlandırmıştır.

 

‘Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri olan Protestanlık, 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı giriÅŸilen Reform hareketinin sonucunda doÄŸmuÅŸtur. Katolik Kilisesi’nin, Orta ÇaÄŸ’ın sonlarına doÄŸru, putperestlik ve Yahudilik’ten birtakım ilkeleri Hristiyanlığa katmak istediÄŸi ileri sürülerek, KatolikliÄŸe karşı zaten mevcut olan tepki bir kat daha artmış ve dinde yenileÅŸme hareketi gündeme gelmiÅŸtir. Bu hareketin başında bulunan Martin Luther, Jean Calvin ve Aultrich Zwingly, KatolikliÄŸi yeniden gözden geçirmiÅŸler ve çalışmalarında inancı esas almışlardır. Onlara göre hâlen mevcut olan Hristiyanlık, Hz. Ä°sa’nın tebliÄŸ ettiÄŸi dinden çok farklıdır. Çünkü papalık, Hristiyanlığın aslında olmayan birçok ilkeyi dine eklemiÅŸtir. Rahiplerin günah bağışlamaları, para karşılığında cennetten yer alma uygulaması, vatandaşı inleten bir takım ağır vergilerin konulması, Ä°ncil’i yalnız ruhban olanların okuyabileceÄŸi vb. anlayışlar hep Hz. Ä°sa’nın dinine sonradan ilave edilmiÅŸ hususlardır.’12

 

Dinde reform talepleri ve nihayetindeki Protestanlık, salt teolojik bir tartışma mıydı? Reform ve Protestanlık bir baÅŸlangıç mıydı yoksa bir sonuç mu? Üçüncü sınıfın (asil ve ruhban olmayanlar) iktidar yönelimi ve bu yönelimin zihni yapıdaki deÄŸiÅŸimlerinin ürettiÄŸi yenidünyanın siyasası, eskiyi eleÅŸtirme üzerinden yeni bir teolojik yaklaşımı gerekli kılıyordu. Ä°nsanı merkeze koyan hümanizm, seküler bir dünya talebini yükseltiyordu. Fakat bunu direkt talep eden Martin Luther ve diÄŸer öncüler olmadı. Martin Luther,  nihayetinde Orta ÇaÄŸ anlayışında kalmış Katolik Kilisesinin yeÅŸeren son dalıydı ve muhafazakâr bir gelenekten geliyordu.

 

Fakat Reform tartışmaları, insanlara aşırı dizgeci bir din anlayışı üzerinde tartışma cesaretini vermiÅŸtir. ‘Protestan düşüncesindeki bir ÅŸey tek başına Batı toplumunun en ilerici unsurlarını cezbetmiÅŸtir. Yenilenme, Ä°ncil’in basit standartlarına ve ilk Hristiyan topluluÄŸuna dönmeyi öğütleyen ilkelci bir hareketti. Fakat tarihte ilkelcilik sıklıkla geleneksel güçleri yerinden oynatmak ve diÄŸerlerinin devralmasına olanak saÄŸlayan bir araç olarak hizmet eder. Yenilenmenin baÅŸardığı tam da budur ve bu durumda önemli ölçüde ironi vardır. Reformcular, hiçbiri modern anlamda bireyci olmamasına raÄŸmen milliyetçiliÄŸe, neredeyse hiçbiri demokrat olmamasına raÄŸmen demokrasiye, kapitalistlerden oldukça kuÅŸkulanmalarına raÄŸmen “kapitalist ruha”, yani amaçlarının tam tersi yönde olmasına raÄŸmen toplumun laikleÅŸmesine katkıda bulunmuÅŸtur… “Hristiyan özgürlüğü” şüphesiz modern dünyanın daha da aşırı bireyselciliÄŸine yol açmıştır. Luther papaların ve kilise konseylerinin hata yapabileceÄŸini açıkladı ve tüm kurumların hatasızlığını sorgulamak için kiÅŸileri davet etti… Amaçlarının aksine, reformcular kurumsal dinin dokusunu zayıflattı ve dolaysıyla kurumsallığı da zayıflatmış oldu. Birey ve tanrısı arasındaki aracıyı etkili bir ÅŸekilde tahrip ederek herkesi rahip yaptılar… Tanrı’nın kurallarına itaat eden Orta ÇaÄŸ keÅŸiÅŸlerinin aksine, Püritenler kendi kurallarını düzenlemek ve bunlar için sorumluluk almak zorundaydı.’13

 

Yenidünyalar keÅŸfeden Avrupa, tarihinin oluÅŸtuÄŸu Akdeniz’den koparak tarihsiz Atlantik’te kendi köklerine yabancılaÅŸmıştır. Avrupa’nın kendisine yabancılaÅŸmasını ve Batılı ‘yeni insan tipolojisini’ anlamada ve açıklamada Daniel Defoe’nun (1660-1731) bir Protestan olan roman kahramanı Robinson Crusoe, çarpıcı bir örnektir:

 

‘Robinson Ä°ngiltere'de yaÅŸayan tüccar/orta sınıf/burjuva bir ailenin çocuÄŸudur. Zengin olmak için Brezilya'da çiftlik edinir, köle ticareti yapar, Afrika'dan köle getirmeye gider, gemisi batınca ıssız bir adaya düşer ve orada yaklaşık otuz yıl doÄŸayla, hayvanlarla, diÄŸer insanlarla mücadele eder. Robinson hiçbir zaman bu adayla yetinmez, sürekli karşıdaki adaları düşünür, oraya gitmek ister. Yamyamlar arasından kurban olan Cuma (Friday)'yı kurtarır. Ona konuÅŸmayı öğretir, dinî inançları anlatır… Robinson tamamen bencil, kendisinden güç ve makam olarak aÅŸağı olanlara karşı kibirlidir. Kendisine "Efendi!" diye hitap edilmesini ister. Tek başına bile kendisini ıssız adanın kralı ilân eder. Evinde beslediÄŸi hayvanların efendisidir, kendisiyle konuÅŸma ÅŸerefini papaÄŸana verir, adasında istediÄŸini asar, istediÄŸini keser, herkese dilediÄŸi kadar hak ve özgürlük verir, adada tek yetkili otorite kendisidir, hiçbir uyruÄŸuna kendisine itiraz etme, baÅŸkaldırma imkânı tanımaz. Adaya baÅŸka insanlar ayak bastığında, onları bir arkadaÅŸ veya birlikte yaÅŸayacak insanlar deÄŸil birer uÅŸak, birer köle olarak deÄŸerlendirir. Dünyanın merkezinde kendisi vardır. Onlar bu kral uÄŸruna gerektiÄŸinde ölmesi gereken birer uyruktur, tüm varlıklarını bu yüce zata borçludurlar. O da zaten bunu devamlı onların yüzlerine vurur. Tüm iliÅŸkilerin merkezinde kendisi vardır. Tüm varlıklarla iliÅŸkisi pragmatiktir… Tüm varlıklar onun için iki sınıftır. Faydalanılacak olanlar, faydalanılmayacak olanlar, mutluluk verenler, acı verenler… Robinson, her ÅŸey gibi hayvanların da kendisi için yaratıldığına inanır. Onları her istediÄŸi zaman öldürür, iÅŸine yarayıp yaramadığını bilmeden ateÅŸ eder, iÅŸine yaramıyorsa derisini alır, kedilerinin sayısı fazla olunca yavrularını öldürür…

 

Robinson'un Tanrı anlayışı eski günlerinden kalma kulaktan dolma bilgilerdir. Ona göre Tanrı evrenin yaratıcısı ve yöneticisidir. Her ÅŸeyin oluÅŸmasını o takdir eder. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarını Tanrı'ya baÄŸlar. Mutlu olduÄŸunda onu anar, mutsuzluÄŸunda sebep olarak onu görür. Tanrı'ya ibadet etmek için onun kitabını okur, bu zamanlarda oldukça dindar görünür. Yaradılışını, öbür dünyayı düşünür. Günün bir bölümünü ona ayırır ve kitap okur. Fakat başına bir bela, felâket geldiÄŸi zaman Tanrı’ya inancı zayıflar ve güveni kaybolur, O'nu acizlikle suçlamaya çalışır, iyilik ve yardım gördüğü zaman O'nu yüceltirken bir zarar ve kötülük tüm bu duygularını köreltir. Adaya ayak bastığı günü kutsal ilân eder, yıldönümlerinde kutlama yapar. Robinson'un Tanrı ile iliÅŸkisi pragmatiktir. Tanrı'ya kendisine faydalı olduÄŸu, onu tehlikelerden kurtarıp esirgediÄŸi, çaresizken yardım ettiÄŸi zamanlarda baÄŸlıdır. Ä°ÅŸe daldığı, mutlu olduÄŸu zamanlarda ona tamamen uzaktır. Tanrı'ya karşı sorumluluÄŸunu bilir ama bunu Tanrı onu rahat ettirdiÄŸi zamanlarda yapar, kendini maddi anlamda rahat hissetmezse umursamaz. Tanrı'yla iliÅŸkisini onun verdiÄŸi ÅŸeylere karşı verdikleriyle ölçer. En büyük ibadetin çalışmak olduÄŸuna inandığı için zaten o her zaman Tanrı'ya ibadet etmektedir. Manevi boÅŸluÄŸa düştüğünde Ä°ncil okur, bunu kendini mutlu kılması ve manevi rahatlama için yapar. Robinson, Tanrı'ya kendisini mutlu kıldığı sürece övgüler düzer ve onun sadık bir kulu olacağına dair yeminler eder. Ama çeÅŸitli sorunlar ve güçlüklerle yüz yüze geldiÄŸinde Tanrı'yı suçlamaktan ve sorgulamaktan geri kalmaz. Robinson'a göre. Tanrı yarattıklarına karşı acımasız ve kendisine saygı duyanları da korumaktan âcizdir… Robinson, Cuma'ya konuÅŸmayı ve temel dinî bilgileri öğretir. Tanrı fikrini onda iyice pekiÅŸtirir, onu çok iyi bir Hristiyan olarak yetiÅŸtirir. Robinson onun yalnız kaldığı zaman veya O ülkesine döndüğü zaman tekrar eski dinine döneceÄŸinden endiÅŸe eder. Robinson kendi bilgisinin gücüne ve Cuma'nın cehaletine inanarak hareket eder, ona bu dinsel bilgiler aracılığıyla üstünlüğünü kabul ettirmenin gerekliliÄŸine inanır. Tanrı'dan baÅŸlayan bir hiyerarÅŸik dünyanın gerçekliÄŸine Cuma'yı inandırır. Adaya gelen diÄŸer insanlarla dinsel konularda çatışma yaÅŸamaz. Orta Çağın dinsel egemenliÄŸinin çözülüp seküler bir dünyanın kurulmasına Robinson da içtenlikle inanır.’14

 

Hükümranlık art alanına sahip zafer ve yenilgi algılamalarımız, Batıyı uzak ve yakın geçmiÅŸini eÅŸitleyerek düşman olarak görme eÄŸilimindedir. Şüphesiz Batı sömürgeci politiÄŸi ile düşmanımızdır. 1400’lü yıllardan itibaren Avrupa’daki geliÅŸmeler nihayetinde genelde DoÄŸu’yu özelde ise Ä°slam Dünyasını sömürgeleÅŸtirmiÅŸtir. Adına modernizm dediÄŸimiz Batının yeni durumu, Avrupa’nın kendi uzak geçmiÅŸi ile de hesaplaÅŸmasını içermiÅŸ, sömürgelerinde yaÅŸattığı trajediler kadar bir yıkımı kendi içinde de gerçekleÅŸtirmiÅŸtir. Batı kendi dışındaki dünyayı yıktığı kadar kendisini de yıkmıştır.

 

Her insan gibi Batılı da Müslüman olmaya adayıdır. Hidayetin kime ne zaman hangi ÅŸart altında nasıl ve niçin nasip olacağını takdir ve tespit edemeyiz. Batı’nın uzak geçmiÅŸindeki Hristiyanlık etkisi oldukça önemlidir. Hristiyanlık tahrif edilmiÅŸ vahyi kaynaklı bir dindir ve ‘ortak olan sözde’ buluÅŸabilme umudu her zaman mevcuttur. Hülasa; merhametli olmak Müslümanlığın ÅŸiarıdır. Zira DoÄŸunun da Batının da sahibi Allah, Rahman ve Rahimdir. Merhamet duygusu kadar yüksek bir özgüven taşıyan baÅŸkaca bir duygu var mıdır? Batı karşısındaki yenik psikolojimizin açtığı yaralarımıza da merhem olacak öz güvenden bahsediyorum.

 

DÄ°PNOTLAR:

1) Said, W. Edward, Åžarkiyatçılık: Batı’nın Åžark Anlayışları, (Çev. Berna Ãœlner), Metis Yayınları, Ä°stanbul, 2014 (8.Basım), Önsöz’den.

2) Kurt, Veysel, Siyaset Odaklı Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı: Avrupamerkezcilik, Makale, http://www.izu.edu.tr/Assets/Content/file/20130201-vk.pdf (EriÅŸim Tarihi: 16.01.2016)3)

3) Kahraman, Hasan Bülent, Avrupa. Türk ModernleÅŸmesinin Xanadu’su-Türk ModernleÅŸmesi Kurucu Ä°radesinde Yeni Bir Bakış Denemesi, Makale, DoÄŸu Batı Düşünce Dergisi Sayı 14, s.10-11.4)

4) Hentsch, Thierry, Hayali DoÄŸu: Batı’nın Akdenizli DoÄŸu’ya Politik Bakışı, (Çev. Aysel Bora) Metis Yayınları, Ä°stanbul, 2008, s. 25-25. 5)

5) Hentsch, a.g.e., s.37.

6) Yalçınkaya, Ayhan, Batı’da Siyasal Düşünceler, (AÄŸaoÄŸulları, Mehmet Ali, Editör) Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2011, s. 239-240.

7) Pirenne, Henri, OrtaçaÄŸ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2010,  s. 13-14, 15.

8) Pirenne, a.g.e, s.22-23.

9) Le Goff, Jacgues,  OrtaçaÄŸ’da Batı Avrupa,  Makale,  (Çev. Nilüfer Uluç, History of Humanity, Scientific and Cultural Development Volume IV Unesco&Routledge, 200)  DoÄŸu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 33, DoÄŸu Batı Yayınları, Ankara, 2009, s. 40).

10) Kaçar, Turhan, OrtaçaÄŸ’ın Dinsel Fermantasyonu: IV. Yüzyıl-Roma Ä°mparatorluÄŸu’nda DoÄŸu, Batı Kiliseleri ve Devlet, Makale, DoÄŸu Batı Düşünce Dergisi, Sayı 33, DoÄŸu Batı Yayınları, Ekim, 2005,                                s. 104-105.  

11) Le Goff, a.g.m, s. 39-40.

12) Ali ErbaÅŸ, Hristiyanlık’ta Reform ve Protestanlık Tarihi, s. 15, Ä°stanbul, 2007

13) Alatlı, Alev, Batıya Yön Veren Metinler, Derleme, Kapadokya 2010, II.Cilt S. 535.

14) Ã‡etin, Halis, Çatışma ve Diyalog Tartışmaları Arasında Ä°ki Ä°nsan, Ä°ki Medeniyet (Hay Bin Yakzan /DoÄŸu - Robinson Crusoe/Batı), Makale, DoÄŸu Batı Düşünce Dergisi Sayı: 41,  s.48-54.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.